2 Ocak 2016 Cumartesi


  Hepimiz, alışılmış renk ve biçimleri, biricik doğru renk ve biçimlermiş gibi kabul etme eğilimindeyizdir. Çocuklar kimi zaman, yıldızların, aslında hiç de öyle olmadıkları halde, yıldız biçiminde olduğuna inanırlar. Bir tabloda gökyüzünün mavi, otun da yeşil olmasında direnen kimselerin, bu çocuklardan pek farkı yoktur. Bu kimseler, bir tabloda başka renkler görünce öfkelenirler. Oysa, mavi gök ve yeşil çayırlara ilişkin duyduğumuz her şeyi unutmayı bir denesek; sanki bir keşif yolculuğunda, başka bir gezegenden şimdi gelmiş ve dünyayı ilk kez görüyor gibi olsak, işte o zaman nesneler daha değişik ve şaşırtıcı renklerde görünebilirdi bize. Evet, ressamlar da bazen bir keşif yolculuğuna çıkmış sanırlar kendilerini. Onlar dünyaya yeniden bakmak; ten renginin pembe, elmaların sarı ya da kırmızı olması gibi kabul edilmiş kavram ve önyargılardan kurtulmak isterler. Bu basmakalıp düşüncelerden kurtulmak kolay değildir elbette, ama bu kalıplardan en çok kurtulan sanatçılar, çoğunlukla en ilginç yapıtları verirler. Doğada var olduklarını hiç düşlemediğimiz yepyeni güzellikleri görmeyi bize öğretenler de onlardır. Eğer onları izleyip, onlardan bir şeyler öğrenirsek, kendi penceremizden şöylece bir dışarı bakmak bile heyecan verici bir serüvene dönüşecektir.
  Büyük sanat yapıtlarının tadına varılmasında, alışkanlıklarımızı ve önyargılarımızı aşmaktaki isteksizliğimizden daha büyük bir engel yoktur. Bilinen bir konuyu alışılmamış bir biçimde canlandıran bir resim, "doğru" olmadığı gibi bir gerekçeyle eleştirilir çoğu zaman. Bir öykünün sanatta canlandırılışını ne kadar sık görmüşsek, aynı konunun hep aynı örneğe uygun olarak betimlenmesi gerektiğine o kadar körü körüne bağlanırız. Kutsal konulara gelince, özellikle bu konularda duygular doruk noktasındadır. Bilindiği gibi, Kutsal Kitaplar, İsa’nın dış görünüşüne ilişkin en ufak ipucu vermezler. Ama Tanrı’nın bile insan biçimli olarak hayal edilemeyeceği ve giderek alıştığımız imgeleri ilk kez ilk o sanatçıların yarattıkları bilindiği halde, birçokları hâlâ, bu geleneksel biçimlerden uzaklaşmanın günah işlemek gibi bir şey olduğuna inanırlar.
  Aslında, Kutsal Kitap metinlerini, büyük bir bağlılık ve dikkatle okuyarak kutsal öykülerin tümden yeni bir yorumuna girişmiş olanlar da genellikle bu sanatçılardır. Bu sanatçılar, gördükleri tüm tabloları unutmaya, Çocuk İsa’nın yemliğe konulup çobanlarca tapıldığını veya bir balıkçının, İncil’in bildirisini yaymaya başladığı anı yeniden hayallerinde canlandırmaya çalıştılar. Kutsal kitabı yepyeni bir gözle okuma çabası, düşünme yeteneği kıt birçok kimseyi şaşırtıp öfkelendirdi. Bu konuda yaşanan tipik bir “skandal” 1600 yılları dolayında etkinlik gösteren cesur ve devrimci İtalyan ressamı Caravaggio’nun çevresinde koparılmıştır.
  Bir Roma kilisesinin sunak masasına konmak üzere, kendisine bir Aziz Matta tablosu sipariş edilmişti. Aziz, vahiyleri yazarken betimlenecek ve vahiylerin Tanrı’nın sözü olduğunu kanıtlamak için Aziz’in yanına esin perisi bir melek konulacaktı.Üstün bir hayal gücüne sahip ve uzlaşmasız bir genç olan Caravaggio, Aziz Matta’yı, hiç beklemediği bir anda, kitap yazma olayıyla karşı karşıya kalan yaşlı, yoksul bir emekçi, sıradan bir halk adamı olarak tasarlamaya çalıştı. Sonunda, koca bir kitabı kabaca tutmaya çabalayan ve alışmadığı yazma eylemi nedeniyle tedirginlikle alnını kırıştıran, ayakları çıplak ve kirli, başı kel bir Aziz Matta çizdi.Yanına da, hemen o an göklerden inip, öğretmenin küçük bir öğrenciye yaptığı gibi, azizin elini yumuşakça yöneten genç bir melek koydu. Caravaggio, tabloyu kiliseye teslim ettiğinde, halk bunu azize karşı yapılmış bir saygısızlık olarak saydı ve ortalık birbirine girdi. Tablo kilise tarafından geri çevrildi ve Caravaggio yeni bir çalışma yapmak zorunda kaldı. Başına yeni bir belanın gelmesini önlemek isteyen sanatçı da, melek ve azizlerin nasıl görünmeleri gerektiğiyle ilgili en geleneksel kalıp düşüncelere özenle bağlı kaldı.

  Kuşkusuz yine iyi bir tablo çıktı ortaya, çünkü Caravaggio tabloyu elinden geldiğince canlı ve ilginç kılmaya çalışmıştı. Ama buna rağmen, içimizde uyanan duygu bu ikinci tablonun, ilk tablodan daha az dürüst ve içten olduğudur.

  Bu olay, sanat yapıtlarını, onlardan tat almalarını önleyen yanlış nedenlere dayanarak yadsıyan ve eleştiren kimselerin yol açabilecekler zararı yeterince dile getirmektedir. Daha önemlisi, “sanat yapıtı” diye nitelemeye alıştığımız şeyin gizemli bir etkinliğin sonucu olmayıp, insanın insan için yaptığı bir nesne olduğunu da bize kanıtlar. Bir tablo verniklenip, çerçevelenip duvara asıldığında, insana pek uzak gelir. müzelerimizde de, sergilenmiş nesnelere dokunmak haklı olarak yasaklanmıştır. Ama aslında o yapıtlar, başlangıçta, ellenmek, evirilip çevrilmek, pazarlık konusu edilmek, üzerinde tartışılmak için yaratılmışlardır. Yapıtlarındaki her bir ayrıntının da, sanatçının ulaştığı bir kararın sonucu olduğunu hatırlamamızda yarar var: Sanatçı bu ayrıntıları kim bilir kaç kez düşünmüş, kaç kez değiştirmiş olmalıdır. Belki de arkadaki şu ağacı olduğu gibi bırakmalı mı, yoksa yeniden mi boyamalı diye kendine sormuş, belki de güneş ışığı vuran bir buluta ansızın ve beklenmedik bir parlaklık veren şanslı bir fırça vuruşundan mutlanmış, belki de hiç istemediği halde, salt alıcının ısrarıyla, birtakım figürler eklemiştir. Nitekim, şimdi müzelerimizin ve galerilerimizin duvarlarında sıralanmış tablo ve heykellerin çoğunluğu hiç de sanat yapıtı olarak sergilenmek için yapılmamıştır. Bunlar, sanatçının işe koyulduğu andan itibaren kafasında var olan belirli bir amaç ve belirli bir neden sonucu ortaya konulmuşlardır.

E.H.GOMBRICH


Kaynak: Sanatın Öyküsü,
               E.H.Gombrich,
               Çevirenler; Erol ERDURAN ve Ömer ERDURAN 
               Remzi Kitabevi
Sonraki
Buraya kadarmış ahbap
Önceki
Önceki Kayıt

0 yorum:

Yorum Gönder