1 Ocak 2016 Cuma



Bir gezginin öyküsü biçiminde yazılmış ilk yaşamöyküsü denemesi. Başlık: İmkânsız Tarih Olayları



Başlık bile tedbirli, böylesi bir temkinle başlayan anlatıdan harikalar beklenmemesi gerektiği yönünde okuru uyarıyor. İnsanın İtalya’da yapılan kısa bir yolculuktan sonra, iyi niyetli ama oraları zaten görmüş dostlara bu yolculuğu anlatma hakkına sahip olduğunu sanması hiç de yabana atılır bir iddia değil. Yalnızca duyarlılığıyla silahlanmış ve herkesçe bilinen taraflılığı nedeniyle kaçınılmaz gölgelere gözlerini kapayacağından neredeyse emin sıradan bir gezgin için söylenecek çok az şey olmakla birlikte, İtalya hakkında henüz söylenmemiş şeyler olduğu kanısındayım. Ben kendi adıma, her zaman eksiksiz bir boyun eğmişlik içinde, kısacası dizlerimin üzerinde İtalya’yı ziyaret edebilirim - bu tamamen ruhsal bir durum olduğundan çoğu kişi bu durumun farkına varmaz.


Yerim sınırlıdır, varış ve kalkış noktalarını belirten bayraklar dalgalanmaktadır, bu durumda hiç kimse Paul, Peter’ın yazdığı yere yazamaz ya da iyi gözlerin gördüğü yerlerde tüm diğer gözler kapalı kalmalıdır şeklinde bir sav ortaya atamaz. İtalya (hiç kimse benimle aynı görüşte değilse abartıyı bağışlayın) dünyaya geldiğimiz için bize verilen bir ödüldür. Istırap yerine gerçekten adalet dağıtma görevini yüklenmiş, köklü bir sanat bilgisi olan şu ya bu Tanrı, herkesin kulağına, yaşamları boyunca en azından bir kez şöyle fısıldamalıdır: "Doğdun ha? Tamam, şimdi İtalya’ya git." Tıpkı insanların ruhlarının kurtuluşunu garanti altına almak üzere Mekke’ye ya da daha emin bir yere gitmeleri gibi.


Ama gelin bu eşikleri atlayalım ve Milano’ya girelim. Her nedense, sanki iki milyon nüfus ve neredeyse 200 
km² önemsizmiş gibi, Milano benim haritamdan çıkarılmıştı. Gerçi, büyük kentlerin bana pek ilginç gelmediği de bir gerçektir: Bunları doğru dürüst gezecek zamanı asla bulamayız, zamanın pek değiştiremediği ya da hem eski ve suskun oldukları için, hem de orada oturmadığımızdan pek değişme diklerini sandığımız bu kentleri, bir meydan, bir katedral, bir müze ve birkaç dar sokaktan oluşan minik ilçeler olarak hatırlarız. Ancak gezgin bir kentten, yalnızca ziyaret ettiği başka kentlerde bulduklarını (mağaza, restoran, gece kulübü) bekler, böylece korunmuş bir ortamda dolaştığından ve serüven-le karşılaşma olasılığı bulunmadığından her şey da-ha da kısıtlı hale gelirse, durum farklı olabilir.


Aynı şey, benim için de geçerli, ancak nedenlerim farklı. Ben kendimi Milano’nun minik bir bölümünde, en yakın köşesi bütün görkemine karşın (ya da belki bu görkemden dolayı) bana itici gelen o süslü püslü Gotik katedralin bulunduğu Piazza del Duomo olan bir çokgende dolaşmakla sınırlı tuttum. Milano’nun tamamını tıkıştırdığım bu geometrik şeklin diğer köşelerinde Brera Çarşısı, Castello Sforzesco, Santa Maria delle Grazie Kilisesi ve Pinacoteca Ambrosiana bulunuyordu. Daha önce başkaları tarafından dolaylı ya da dolaysız olarak dile getirilmiş bulunan görüşleri onaylama ya da yalanlama girişiminde bulunmak bir yana, kentin sanat hazinelerinin bir rehberini ya da kataloğunu sunmamı beklemiyordur kimse benden. Ama insan mimarinin buyruklarına uygun olarak ilerliyor, yüzler ve şekillerle tıklım tıklım odalardan geçiyor ve kuşkusuz girdiği gibi çıkmıyor; aksi halde bunların yanına yaklaşmasa da olurdu. İşte ayrıcalıklı kişilerin tarihsel bir gösteri havasında ya da daha da yararlısı, bir kataloğun akıllı ve özenli fısıltıları şeklinde açıklamış olduklarını yalın bir dille anlatma tehlikesini göze almamın nedeni bu.


Biz Portekiz’de, şatolarımızı ulusal türbelermiş gibi ziyaret ederiz. Ancak bizim şatolarımız genellikle, insan varlığının küçücük bir izi ya da kokusu kalmasın diye yaşamın bütün izlerinin titizlikle yok edildiği bomboş yapılardır. Castello Sforzesco’nun içine girdiğinizde kendinizi şatodan çok bir sarayda sanırsınız, ne var ki böylesi güç ve kuvvet izlenimi yayan yapıların sayısı azdır; birkaç şatoysa, açık açık savaş çağrışımı yapar. Sağlam tuğla duvarlar, vaktiyle taştan oyulmuş gibi aşılmaz görünür. Uçsuz bucaksız avlu da atlı alaylarına ve askeri tören-lere elverişlidir; büyük ve gürültülü bir kentle çevrili olan bina, paradoksal bir barış mekânı gibi müzelere dönüştürülmüş odaların ya da diğer minik avlularının sessizliği ortasında ansızın karşınıza çıkar. Fransız sanatçı Folon’un bu odalardan birinde sergilenen yapıtları dışarıdaki ahtapotun sinsi kollarını andırmaktadır: Gökyüzü aynı anda birçok yönü gösteren kıvrık, çapraz oklarla kaplanırken insan-binalar, insan-yollar, insan-aletler çıplak tepeler üzerinde ilerlemektedir.


Bu şatonun Sala Delle Asse bölümünde yer alan Tarihöncesi Sanat Müzesi’nde gene de ışıklar saçan endişe verici bir mutluluk havası eser. Buraya alçak ve dar bir kemerli kapıdan girilir; tam karşıya baktığınızda, çepeçevre bütün duvarlara yağlıboyayla yapılmış sütunlara benzer bir görüntüyle karşılaşırsınız. Gözlerinizi tavana çevirmezseniz bunu sıradan bir salon olarak görürsünüz. Birden tüyleri ürpermeyen ziyaretçilere acıyoruz: Onların gözleri güzelliklere kapalı demektir. Kubbenin tamamı, birbiri içine geçmiş dal ve yapraklarla kaplıdır, bunlar üzerinde kuşların ötmediği, belki de yalnızca bu ormanı yapmak üzere büyük bir iskelede ayakta dururken soluk alıp veren Leonardo da Vinci’nin hayalet sesi olan bir mırıltının hüküm sürdüğü, aralarından neredeyse iğnenin geçmeyeceği ağaç gövdeleri, dallar ve yapraklardan oluşmuş bir ağ gibidir. Michelangelo’nun birkaç salon ötede bulunan (ölümünden dört gün öncesine dek üzerinde çalıştığı, dokunmamızı isteyen ama aynı zamanda bundan kaçınan tamamlanmamış heykeli) Rondanini Pieta’sı bile kendisine duyduğum bütün saygıya karşın Leonardo da Vinci’nin yarattığı cennetin anısını silemez.


Şimdi de size Raphaello’nun Meryem’in Evliliğinin ve Mantegna’nın o ürkütücü, hırsla görünü-mü kısaltılmış İsa’nın Ardından Ağlama adlı tablonun sergilendiği Brera Galerisi’nden söz edeceğim. Bu müzede eserleri beni en çok şaşırtan sanatçı Ambrogio Lorenzetti, özellikle de Meryem ve Çocuk İsa tablosu ve Meryem’in beklenmedik şekilde çiçeklerle stilize edilmiş pelerinidir. Ambrogia Lorenzetti’nin ‘dünyanın en seçkin tabloları’ arasında bu-lunan iki harikulade manzarası Siena’dadır. Siena hiç hayal kırıklığına uğratmadığı bütün ziyaretçilerine vaat ettiği üzere ‘yüreğinin kapılarını’ bana açtığı zaman bu resimlerden gene söz edeceğim.


Sonra bir de Santa Maria delle Grazie Kilisesi var. Yan tarafta, Dominiken Manastırı’nm yemekhanesinin bulunduğu yerde, ortamın rutubeti etkisini daha o zaman göstermeye başladığından, Leonardo’nun son fırça darbesini indirdiği anda bozulmaya mahkûm olmuş Son Akşam Yemeği tablosu bulunmaktadır. Rutubet, bugün İsa’nın ve havarilerinin figürlerini solgun gölgelere dönüştürmüş, üzerlerinin küfle kaplanmasına, boyanın soyulduğu yerlerde resmin delik deşik olmasına neden olmuş, tabloda ölü yıldızlardan oluşan ışıklı bir Samanyolu oluşturmuştur. Bu bir zaman meselesi. Alınan bütün önlemlere karşın Son Akşam Yemeği yok olmakta; belki Leonardo’nun eşsiz sanatsal niteliklerinin yanı sıra yaklaşan bu sinsi ölüm de bu muhteşem resmin değerini artırıyor. Dışarı çıkarken bu resmi bir daha hiç göremeyebileceğimizi daha da derinden hissediyoruz. Binayı yerle bir edecek, onu taş yığını-na indirgeyecek, sütunları, taş ve tuğlaları toz haline getirecek ikinci bir bombardıman hiç gerçekleşmese bile, Son Akşam Yemeği kaçınılmaz olarak bir başka sona yazgılı.


Şimdi buradan ayrılmadan önce, Pinacoteca Ambrosiana’yı ziyaret etmeliyiz. Hiç de büyük olmayan bu müze, aslında ancak Akdenizli bir zihnin meydan diye nitelendirebileceği, çağdaş bir hipiyi kıskandıracak incilerle kaplı bir fileyle tutturulmuş saçlarıyla bir anlamda rustik bir profil oluşturan Beatrice d’Este’nin (yoksa Bianca Maria Sforza mı?) sizi karşıladığı Dokuzuncu Pius Meydanı’nda yarı yarıya gizlenmiş gibi durur. Portre, 16 ya da 17. yüzyılda yaşamış Milanolu bir ressam olan Giovanni Ambrogio de Predis tarafından yapılmıştır. Ama Pinacoteca Ambrosiana’daki en önemli parça özel bir odada sergilenen dev boyutlu Atina Okulu resmidir. Kusursuz bir şekilde aydınlatılmış olan Raphaello’nun bu eseri, ressamın çizgileri neredeyse belli belirsiz kılan rahatlığı ve kaleminin akıl almaz hafifliğiyle, turistlerin şöyle bir göz attığı Vatikan salonundaki figürlerin bilgeliğini ve gururunu gölgelemektedir.


Milano’nun benim için taşıdığı anlam budur. Sonra geceleyin Vittorio Emmanuele Galerisi'nde carabinieri tetikte bekler, havayı gerginleştirirken gençler büyükleriyle ateşli tartışmalara girerler. Bir de, Via Brera boyunca uzanan binaların duvarları grafitiyle kaplıdır: Mücadele Sürüyor’, ‘İktidar İşçinindir'. Birkaç gün sonra Toscana’da dolaşırken polis üniversiteyi kuşattı. Şiddet olayları yaşandı, göstericiler yaralandı, tutuklandı, göz yaşartıcı bombayla dağıtıldı. Sağ kanadın tutucu, faşist ya da faşist yanlısı basını zafer sarhoşu 
oldu.

Ressamın El Kitabı | José Saramago

Orijinal Adı: Manual de Pintura e Caligrafia
Türkçe Adı: Ressamın El Kitabı
Yazar: José Saramago (Portekiz)
Sayfa Sayısı: 275
Yayınevi: Can Yayınları (2002)

1 yorum: